Sabahattin Ali olarak bilinen yazar, aslında, kadınlar konusunda epey zaafı olan, "âşık olmayı" hayatında yeme içme kıvamına getirmiş bir ayran gönüllüdür. Ayrıca, “Dudaklarım bir kadın dudağına değmedi” diyebilecek kadar da uçkuruna çokça düşkündür. Aslında o, hikayesinin en başında Türkçülerden ekmek yiyip sonrasında dönenler kervanına katılmış Komünist Rum Sabahattin'dir.
Bu yazıda, “Asıl soyadı Ali değilmiş, aslında edebiyata çok güzel eserler kazandırmış” tarzı tevillere girmeyeceğiz. O tarz boş şişirmeler, belirli mecralara dalkavukluk yapmak amacıyla yapılan övgülerdir ki bizim öyle bir derdimiz ve amacımız da yok. Bizim kalemimizin ana amacı, Sabahattin’in biraz daha arka planda kalan, bu yazıya hepsini sığdıramayacağımız gönül galerisinden, ekmeğini yediklerine yaptığı ihanetlerden; kısacası karakterini anlaşılabilir şekilde ortaya koymaya çalışmaktan ibaret olacaktır.
Daha yirmili yaşların başındaki genç öğretmen Sabahattin’i, Türk Ocağı’nda tanıyan Atsız’dan, onun karakteriyle ilgili şu tespitleri bilmek oldukça önemlidir:
"Yükselmek, büyük işler yapmak, meşhur olmayı arzu ediyordu. Fakat bu kadar yükselmek için gereken maddi ve manevi kuvvet kendisinde olmadığından ruhunda derin bir yas duyuyor, insanlığa hınç besliyor ve bu hınç gayrı tabii bir hal alıyordu. Onun diğer ve belki asıl büyük derdi de kadınlar üzerinde müessir olamamaktı. Genç olduğu için birtakım arzular duyuyor, etrafında muvaffak olanları görüyordu. Fakat kendisinde, kendi tabiri ile söyleyeyim, “kadınları cezp edecek hiçbir şövalye tarafı bulunmadığı için “hiçbir kadın onunla arkadaşlık kurmak istemiyordu. Zavallı Sabahattin! Bundan o kadar üzgündü ki kadınlarla ebediyen anlaşamayacağına dair bir manzume bile yazıp Türk Ocağı’nda okumuştu. Bu manzume “dudaklarım bir kadın dudağına değmedi” diye bitiyordu. Kadınlara karşı kendisini küçük görmekten olacak, yaşça kendisinden aşağı olanlara bile abla diye hitap eder, onlara hep ruhunun sonsuz, engin ıstırabını anlatırdı.”
Sabahattin, 1928 yılında, Yozgat’ta öğretmenlik yaptığı sırada ölüm korkusunu bahane ederek, Milli Eğitim’deki arkadaşlarından yardım talep eder. Tam da o dönemlerde Millî Eğitim Bakanlığı’nın Atatürk’ün emriyle dil hocası yetiştirmek için oluşturmuş olduğu eğitim organizasyonundan faydalanarak, ‘devlet bursuyla’ Almanya’ya gönderilir. Almanya yolculuğunda Sabahattin, aynı bursla Almanya'ya gitmeye hak kazanan Melahat Togar ile tanışır ve bu yolculukta birbirlerine eşlik ederler. Sonrasında da Almanya'da görüşmeye devam ederler. Togar’ın Sabahattin’e arkadaş gözüyle baktığı bilinir. Fakat günlerden bir gün Sabahattin, Togar’a âşık olduğunu itiraf eder ama genç kız tarafından reddedilir.
Ayran gönüllü Sabahattin, Melahat Togar’ın peşinden koştuğu Almanya yıllarında, bir yandan da İstanbul’daki ‘karşılıksız’ olan aşkı Nahit Gelenbevi’yi, Yozgat’a gitmeden önce aşkını ilan ettiği ve reddedildiği halde hâlâ tavlama peşindedir. Hem nalına hem mıhına vurmaya çalışır. Nahit hanıma 1929 yılında, yılbaşı hediyesi olarak yeşil mürekkep ile Osmanlıca yazdığı şiirleri göndermesine rağmen kendisinden mektubuna cevap alamamıştır.
Ayrıca bu kadın düşkünü, yapışkan, inatçı Sabahattin’in Almanya’da âşık olduğu kadınlar Melahat Togar’la sınırlıdır zannetmeyiniz. Uzun yıllar sonra yazacağı Kürk Mantolu Madonna’daki ilham aldığı iki kadından biri olan Frolayn Puder de bu kategorinin üyelerindendir. Frolayn isminden, Almanya’dan döndükten sonra arkadaşı Pertev Naili Boratav’ın vasıtasıyla tanıştığı Ayşe Sıtkı İlhan’a (bu ismi lütfen unutmayınız) yazdığı mektubunda şöyle bahseder:
“Almanya’da Frolayn Puder isminde bir hatuna ziyadesiyle âşıktım. (Bu kadın arkadaşlar arasında 28 namıyla meşhurdur.) O zamanlarda ise Berlin’de şu meşhur deli şarkıcı filmi oynamıştı ve oradaki Sonny Boy şarkısı herkesin ağzında idi. Şimdi bunu mırıldanınca sisli ve yağmurlu teşrinievvel günlerinde 28 ile müzelere veya sinemaya gidişim aklıma gelir. Yolda mütemadiyen kızcağızın yüzüne dalar, önümü görmezdim, o da hafif bir tebessümle başını bana doğru çevirerek bu salaklığımı mazur gördüğünü anlatmak isterdi. Âşık olduğum kimseler arasında bana bu kadın kadar iyi muamele edeni olmamıştır. Parmağının ucunu bile koklatmadığı halde beni kırmaz, aramızda genişlemeyen ve daralmayan muayyen bir mesafe muhafaza etmesini gayet iyi bilirdi...”
ALMANYA’DAN 'DÖNÜYOR'
4 yıllığına Almanya’ya gönderilen Sabahattin, 2 yıl dolmadan aniden geri döner. Atsız bu durumla ilgili: “Fakat dört yıl için giden Sabahattin bir buçuk yıl dolmadan döndü. Sebebini sorduk, şöyle anlattı: Okuduğu mektepte bir gün Alman talebelerden biri “bu parazit Türkleri buradan kovmalı” demiş. Sabahattin Ali hemen yerinden fırlamış: “Biz sizin hükümetinize hükümetimiz tarafından verilen para ile okuyoruz. Parazit değiliz. Sözünü geri al” demiş. Talebe, sözünü geri almayınca tokadı indirmiş. Alman hükümeti de böyle bir talebe istemediğini söyleyerek onu geri yollamış. Biz, Sabahattin Ali’nin, bodur boyu ile, böyle “şövalyece” bir iş yapmak için ne bileğinde ne de yüreğinde kuvvet olmadığınız biliyorduk. Fakat hadise hoşumuza gittiği için inanmak istiyorduk. Gurbette milliyet duygusu daha kuvvetli olurmuş, belki bu gayretle böyle bir şey yapmıştır diye düşünüyorduk. Bununla beraber Sabahattin Ali’nin herhangi bir adama tokat atması pek garip olduğu için sormuştuk: “Bu Alman talebe ufak tefek bir şey miydi? “Sabahattin’in cevabı bizi hayrete düşürdü: “Bilakis! Benim ikim kadardı.” “Peki nasıl oldu da seni dövmedi? Neden Alman talebeler birlik olup üzerine atılmadılar?” Sabahattin Ali hiç düşünmedi. Dedi ki: “Bunu sonradan ben de kendilerine sordum. O yakınlarda Türk tarihini ve Sokullu Mehmed Paşa’yı okudukları için korkunç bir tesir altında kaldıklarını, onun için bana mukabele edemediklerini söylediler.” Zavallı Sabahattin Ali sözle şövalyelik yapıyordu. Nitekim bir müddet sonra hiç de böyle bir hadise olmadığını, dönmesinin tamamıyla başka bir sebepten ileri geldiğini öğrendik” demiştir.
Aslında hadisenin gerçeği, orada zamparalık eden Sabahattin’in Nazilerden dayak yemesi ve bunun sonucunda kaçıp gelmesidir. Nazilerden yediği bu dayağın onda içten içe komünizm sevgisini doğurduğunun izlerini de daha sonra göreceğiz...
Türkiye’ye döndüğünde kendisi gibi Rum olan Yüksek Muallim Mektebi müdürü Giritli Hamit, Sabahattin’i ırki yakınlık sebebiyle yurda almış, Atsız, Orhan Şaik, Nihad Sami, Pertev Naili, Çemişkezekli Ziya’nın kaldığı yatakhaneye yerleştirmiştir. Süreç ile ilgili devamını yine Atsız’dan dinleyelim: “İşte sapıtmağa başlayan Sabahattin, Yüksek Muallim ’de lüks bir hayat sürüyor, şiirler ve hikayeler yazıyordu. Fakat asıl mühim eserlerini ileride yazacaktı. Bilhassa “Tokat” adındaki romanı ile “Layemut Enayiler” adındaki serisi birer inkılap yapacaktı. “Tokat” kendi kız kardeşini seven mütereddi bir tipin romanı olacaktı. Bize bunun mevzunu on, on beş dakikalık bir zamanda anlatmıştı. Bu marazi mevzu nereden aklına geldi diye sormuştuk. Şöyle cevap vermişti: Sabahattin’in 3-4 yaşında bir kız kardeşi varmış. Bir gün evde “kızım, sen kime varacaksın” diye şaka yapıyorlarmış. Kızcağız ağabeyinin kucağına atılarak “ben ağabeyimden başkasına varmam” demiş. Sabahattin de bunu kura kura roman mevzuu yapmış.”
Görünen o ki bu roman konusu itibarıyla, içinde bir ensestlik barındırmıyor da değil.
Geçelim.
Sabahattin, sonraki dönemlerde, okul müdürü olan Rum ırkdaşının da yardımıyla, Bursa’nın Orhaneli ilçesine ilkokul öğretmeni olarak, bir müddet sonra da Almanca Öğretmeni olarak Aydın Ortaokuluna atandı. Burada komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle hakkında soruşturma açıldı ve tutuksuz yargılanmasına karar verildi. Daha sonra hakkında tekrar dava açıldı ve bir müddet hapis yattı falan…
Hapishaneden çıktıktan sonra Konya Ortaokuluna Almanca Öğretmeni olarak atanan kadın düşkünü Sabahattin, bu sefer bu sıfatın da ötesine gitmekte sorun görmemiş ve buradaki öğrencilerinden biri olan henüz 15 yaşındaki Melahat Muhtar’a âşık olmuştur. Eski aşklarının birkaç günlük düşkünlüklerden ibaret olduğunu da itiraf ettiği “Çocuklar Gibi” isimli şiirini Melahat Muhtar’a atfeder. Bu aşkını arkadaşı Pertev Naili’ye ve başka kişilere "Narin, beyaz tenli, kumral dalgalı saçlı" bir kız şeklinde duyurur. Ayrıca, Pertev Naili’ye yazdığı mektupta aşkına karşılık bulduğunu da söylemiştir. Bu, Sabahattin’in, hayatı boyunca yürüdüğü kadınlardan aldığı ilk ‘evet’ cevabıydı; eğer 15 yaşındaki Melahat Muhtar’ı, daha reşit olmayan bir çocuk olarak saymazsak…
Konya’da kendisine yakın gördüğü insanları devreye sokan Sabahattin, Melahat’ın ailesine kızlarıyla evlenmek istediğine dair konuyu açtırmış ve kızları daha çocuk olan aile bu duruma şiddetle karşı çıkmıştır. Böylelikle Sabahattin için sonuç yine hüsrandır. Zaten bu kararı takip eden günlerde küçük kız da artık öğretmenine tepki koymuştur. Aynı günlerde bir toplantıda okuduğu “Hey anavatandan ayrılmayanlar” şeklinde başlayan, içerisinde “Asarlar mı hâlâ Hakk’a tapanı? Mebus yaparlar mı her şaklabanı? İsmet girmedi mi hâlâ kodese? Kel Ali'nin boynu vurulmuş mudur?” şiirinde, Cumhurbaşkanı Atatürk ve Başbakan İsmet İnönü’ye hakaret ettiği için 1 yıl hapis cezasına çarptırılır. Cezası daha sonra 14 aya çıkarılsa da 10 ay 7 gün hapis yattıktan sonra, Cumhuriyet’in 10.kuruluş yıl dönümü sebebiyle yapılan genel aftan faydalanır ve içeriden çıkar.
Bu konuyla ilgili birkaç eklemeyi de Atsız’dan dinleyelim: “Halbuki ben Sabahattin Ali’nin adam olacağından hala ümitli idim. Pertev’in ısrarı ile bir iki hikayesini de Atsız Mecmua’da neşretmiştim. Hatta o benden, yazacağı piyes için, tarihi ve kahramane bir mevzuu istediği zaman ona kahraman Kür Şad’ı yazıp vermiştim. Tarihin en büyük kahramanını, iradesiz bir aşık haline sokacağını bilir miydim? Bilsem ona öğretir miydim? Sabahattin Ali yazdığı bir hicviyeden dolayı 14 ay hapse mahkûm edildi. Muallimlikten de çıkarıldı. Hapisten çıktığı zaman ise artık buz gibi komünist olmuştu. Çünkü Nazım Hikmetof’la arkadaşlığa başlamış ve bermutat, irade zaafı dolayısıyla, her konuştuğunun tesirinde kaldığı için “solcu” oluvermişti. Hatta zamanını iyi hatırlamadığım bir günde kendisiyle iddiaya girişmiştik: On yılda Almanya’nın komünist olacağını, Almanya komünist olduktan sonra da bütün dünyanın aynı yola gireceğini, bu arada tabii bizim de o yolun yolcusu olacağımızı iddia etmiş, ben de aksi iddiada bulunmuştum. Hiç şüphesiz bunu, kendisiyle giriştiğim iddiayı kazandım demek için kaydetmiyorum. Maddeten olduğu gibi manen de miyop olan bir hastayı herhangi bir iddiada yenmek övünülecek bir şey değildir. Yalnız onun nasıl bir fırıldak gibi döndüğünü göstermek için bunu yazıyorum.”
HAPİSHANEDEN ÇIKIYOR VE YİNE ‘DÖNÜYOR’
Hapishaneden çıktıktan sonra memuriyeti de elinden alınan Sabahattin, göreve geri dönmek için eşe dosta haber salar, irtibat kurar. Komünist sevici olarak da bilinen Hasan Ali Yücel’in de parmağıyla uzun bir süreçten sonra Atatürk’ü öven bir kaside yazması karşılığında göreve iade edileceği söylenir. Hiçbir davaya itikadı olmayan Rum Sabahattin de bu fırsatı kaçırmaz ve 15 Ocak 1934’te Varlık Dergisi’nin 13.sayısında yayınlanan “Benim Aşkım” isimli bir şiir yazar ve bu dönekliği karşısında görevine geri döner.
Yazının başlarında bir ismi unutmamanızı rica etmiştim; Ayşe Sıtkı İlhan. Ayşe Sıtkı İlhan, Sabahattin’in Almanya dönüşü tanıştığı, Bursa, Aydın ve Konya’da bulunduğu yıllarda da sürekli mektup yazdığı; Yozgat'ta iken Nahit Hanım'dan, Almanya'da iken Melahat Togar ve Frolayn Puder’den, Aydın'da bir miralayın kızından ve Konya'da kendisinden 15 yaş küçük öğrencisi Melahat Muhtar ve bir şarkıcı olan Muhsine’ye âşık olduğundan bahsettiği kişidir.
Sabahattin, memuriyete atanmayı beklediği yıllarda, -şu yazıyı şuraya kadar okuyan sizleri de bence şaşırtmayarak- Ayşe hanıma da evlilik teklif etmiştir. Ayşe hanım cevap mektubunda bu teklifi şaka olarak niteleyerek komik bulmuş ve nazikçe geri çevirmiştir.
İşte Sabahattin’deki böylesine bir yoksulluk, böylesine bir gönül galerisi düşkünlüğüdür…
Sıkıldınız biliyorum ve gönül galerisi konusunu toparlıyorum…
Yaşının geçtiğinin farkına varan ve kadınsız bir hayat yaşamak yerine ölmeyi tercih edecek kadar tutkulu olan Sabahattin, eş dost yardımıyla bulduğu ortaokul mezunu Aliye hanımla evlenir. Sonunda kadınlar konusunda başarıya ulaşmıştır kendince. Herkese boncuk dağıtacak kadar gönlü geniş olan bu isim, gönül galerisini kapatmış mıdır, geriye kalan senelerde de durulup durulmamış mıdır bilmiyoruz fakat; karganın leş yemekten vazgeçtiği görülmüş bir şey midir?
Sabahattin’in geriye kalan dönemlerini de özetlemek gerekirse, sonraki yıllarda döneklikleri de devam ettikçe etti. Komünist abilerince Atsız’ı aşağı çekmek üzere mahkemeye vermeye teşvik edildi, harfiyen uydu. Bu süreç 1944 Irkçılık-Turancılık davasının patlamasına sebebiyet verdi. Bu dava neticesinde içlerinde Atsız’ın ve daha sonra başka dönenlerin de olduğu birçok Türkçü ailelerinden koparıldı, işkence gördü ve hapis yattı…
Kalemi bırakırken, Atsız’ın Sabahattin’e yaptığı bir teklifi eklemek istiyorum: “Fikir sahasında bizimle boy ölçüşemezsiniz. Fakat gizlice bazı kimseleri kandırabilirsiniz. Bunun da önüne geçmek için sana en şerefli iki silahtan biriyle, ikimizden biri ortadan kalkıncaya kadar, vuruşmayı teklif ediyorum. Bilmem ki bu şerefi de tepecek misin?..”
Bu şerefli insanın şerefli teklifine karşılık verecek yüreği kendinde tabii olarak görmemiştir, zaten şeref kelimesi de Sabahattin'in lügatinde bulunabilir mi, muamma...
Hikayenin sonunda ise döne döne artık dönecek yeri kalmamış ve yasal yollardan da pasaport alamayınca, Bulgaristan sınırını aşarak Avrupa’ya kaçmayı planlamış ve daha Edirne’den çıkamadan kafası sopayla ezilerek öldürülmüştür…
02/04/2020
0 Yorumlar