Yirmi Beş Bahar / Hikâye
YİRMİ BEŞ BAHAR
Bahar, henüz ağaçların dallarına tam yerleşmemişti. Kıştan kalma bir soğuk, sesli bir rüzgâr esintisiyle kendini hâlâ hissettiriyordu. Bu sabah geç uyanmıştı şehir. Ağaçların dalları hâlâ uykudaydı ve çimenlerin üzerine serpilecek güneşi bekliyordu. Gökyüzü alacalı, toprak ise yeni ısınmak üzereydi. Yer yer çimenlerin arasından fırlarcasına beliren ince sarı başaklar ise yakında bir şeylerin değişeceğini fısıldamaktaydı.
İşte o sabah, dişi serçe sessizce bir avuç kuru yaprağın arasında dolaşıyordu. Gagasıyla minik dal parçalarını yokluyor, bir şeyler arıyordu. Kanatlarını sıkıca minik bedenine toplamıştı. Üşümüş gibiydi. Belki de hayal kırıklıklarının bir tezahürüydü bu davranışı. Ama her ne olsa da başı hep dikti; soğuğa, rüzgâra, hayat yorgunluğuna rağmen.
Erkek serçe ise biraz daha yukarıdan izliyordu onu. Kalın bir karaçam dalının ucuna tünemiş, göğsünü rüzgâra vermişti. Güneşi ilk yakalayanlardan olmak istiyordu. Görmüştü onu… “Ne kadar da diğerlerinden farklı bir serçe”. Daha az telaşlı ve daha az sesli. Ve daha da minik…
Birkaç kez şakımak istedi ama onu ürkütmekten endişe ederek vazgeçti. Ağaçtan çimlere indiği vakit, aralarında sadece birkaç yaprak mesafesi kalmıştı. Dişi, onu gördü ama başını çevirdi. Fakat ondan kaçmadı. Ne de olsa bir güzel olarak alışkındı erkeklerin yanından gelip geçmesine belki de. Ama bu erkek serçe suskundu. Diğerleri gibi fazla konuşmuyor, ötmüyordu. Ve bu dişinin dikkatini çekti…
O sırada, “Rüzgâr bugün daha sert” dedi erkek serçe.
“Evet, yuvayı kurmak zor gibi bugün” dedi dişi. Sesinin fısıltısı, neredeyse çimenleri okşamış, erkek serçenin de gönlünü âhû-zâr eylemişti.
Sonra bir sessizlik kapladı ortalığı. Erkek serçe cesaretini toplayıp bir yaprak mesafesi kadar daha yaklaştı: “Sen uzun zamandır buralarda mısın?”
Dişi serçe başını hafifçe yana eğdi, gagasının ucunu yere vurdu ve hiç beklenmeyen bir cümle kurdu: “Yirmi beş bahardır buradayım”.
Erkek serçe gözlerini kırpıştırdı. Şaşırmıştı. Ne diyeceğini bilemedi. Serçeler öyle yaşamazdı. En fazla üç, bilemedin beş yıl…
“Yirmi… beş?” diye tekrar etti hafif bir mırıltıyla.
“Ne var, biraz genç gösteriyorum diye kimliğime mi bakacaksın?” dedi dişi, gagasında bir gülümseme edasıyla. Ardından neşeyle cıvıldayarak havalandı. Kendi yaşını dahi hatırlamayan zamanı kaybolmuş erkek serçe ise birkaç saniye dondu kaldı. Sonra onun peşinden o da uçtu. Saatlerce uçtu. Ne demek istediğini çözmeye çalıştı ama çözemedi…
Tek bildiği onunla konuştuğu vaktin başka türlü aktığıydı. Aklına hiçbir şey gelmedi. “Belki de bazı kuşlar daha uzun yaşar” diye düşündü. Belki de bazı gülüşler zamanı dahi unutturuyordu…
O gün dişi “bile bile” uçtu, erkek ise “bilinçsizce” ardı sıra takip etti.
Akşam olduğunda gökyüzü kızıldan mora doğru yavaşça dönerken, karaçamın en üst dalına birlikte tünediler. Aşağıda gün boyunca yaşadıkları her şey birer sessiz görüntüye dönüşmüştü. Rüzgâr, sözcüklerin yerine geçmişti. Birlikte izlediler her şeyin başlangıcını…
Dişi serçe, başını yine yana çevirdi. “Biliyor musun” dedi bir iç çekişle, “Ben o kadar uzun yaşamadım tabi. Ben bir tek sevgiye bağladım kalbimi. Yaş dediğin şey, kaç bahar gördüğünden daha çok…” derken araya bir akşam rüzgârı esti ve dişinin sözünü kesti. Erkek serçe, “Ben hiç bahar görmedim. İlk baharım sen…” derken rüzgârın kopardığı bir yaprak parçası, dişinin önünden uğultuyla uçtu, duyamadı. Tekrar denedi: “Ayrılmam istersen hiç yanından”. Bu defa da tünedikleri dal çatırdadı, dişi yine hiçbir şey duyamadı. Erkek fark etti ki artık konuşmak gürültüden başka bir şey değildi ve o da sükût eyledi...
Sadece kanadını hafifçe açtı ve onun minik bedenindeki titreyen ürkek tüylerine değdirdi. Bu, bir cevap değildi belki. Belki de her şeydi.
Ve bir bahar geçti…
Yeni bir baharda bir gün, karaçam ağacının altındaki eski bankın yakınında biri kız olan iki çocuk oyun oynarken topları ağaca kaçıverdi, dalların arasına sıkıştı. Kız çocuğu o sırada yukarı bakarken fark etti “onları”.
“Bak” dedi bankta oturan annesine, “İki kuş birbirine sarılıyor gibi anneciğim”.
Kadın gülümsedi, geçiştirdi kızını, bakmadı bile. “Serçeler hiç sarılır mı?”...
Ama çocuk uzun süre baktı onlara. O iki küçük serçeye. Biri kanadını biraz açmıştı, diğeri de onun tam kanadının altındaydı. Rüzgâr yine esiyor, yapraklar hışırdıyor, Dünya dönmeye ve zaman hızla akmaya devam ediyordu.
Ama o an, serçelerin zamanıydı.
O bahar, belki de onların baharıydı.
Birinin ilk, diğerinin “yirmi beşinci” baharı…
İspir
29 Haziran 2025
Yorumlar
Yorum Gönder